LEPRA ve LEPRA ÇALIŞMALARINDAN ÖĞRENDİKLERİM

Prof. Dr. Ayşe Yüksel

Lepra, daha doğrusu “Cüzzam” kelimesi ile lise çağlarında okuduğum “Kelebek” romanında karşılaşmıştım.

Sıcak kahve fincanını masaya geri bıraktığında, cüzzamlı hastanın parmakları da fincanın üzerinde yapışıp kalıyordu. İnanılmazdı!

Nasıl bir hastalıktı ki böyle bir sonuç doğruyordu?

Etkilenmemek mümkün değil!

Yıllar sonra, İstanbul Üniversitesi Florance Nightingale Hemşirelik Yüksek Okulu’ndaki eğitimimiz sırasında, yine “Cüzzam” konulu bir paneli hazırlayan arkadaşlarımız, Prof. Dr. Türkan Saylan’ın ve iki cüzzamlı hastayı da davet etmişlerdi.
Bize sıcacık yaklaşımları ile bilimsel anlamda hastalığı anlatan hocamızı ve sonrasında parmaklarındaki deformitelere rağmen saz çalan hastaları tanıyınca yıllar önce okuduğum romanın olumsuz izleri sanki silinmişti.
Birkaç yıl sonra mezun olduğumda, bu konu ile çalışmayı hiç düşünmediğim halde, kendimi bu konuda çalışmaya başlamış buldum.
Başlangıç nedenim o günlerde, hastalarına ve birlikte çalıştığı ekip arkadaşlarına, inanılmaz bulduğum ama aslında olması gerektiği gibi davranan Prof. Dr. Türkan Saylan Hocamız ile birlikte çalışmaktı.
Hastaneye birlikte gittiğimiz ilk gün, hastalara yaklaşımından, onları dinleyişinden, hastaların ona sevgi dolu ve sıcacık bakan gözlerinden etkilenmemek mümkün değildi. Ama yine de, hastaların sahip oldukları engeller, görünümleri içimi acıtmıyor değildi.
Acaba bu hastalara bakabilecek, onların tedavisinde aktif rol alabilecek miydim?
Her sabah işe ulaşmak için bindiğim otobüste yanımda oturan genç bir bayanla sohbetimiz sırasında benim “Cüzzam Hastanesi”nde çalıştığımı öğrendiği an hemen hızla yanımdan uzaklaşması, sanki benim de ona hastalığı bulaştıracağımı zannetmesi ne korkunçtu.
O an hastalarımızın neler hissedebileceğini daha iyi anladım, “Stigma” denilen şeyle yaşamak çok ama çok zor olmalıydı.
Doğrusunu bilmediğimiz bir konuda yanlış yargılara inanmak, onun olumsuzluklarını yaşamak gerçekten insana, akılcı düşünceye hiç ama hiç yakışmıyordu.
Doğrular ve yanlışlar arasında düşünüp durduğum o günlerde, “I. Ulusal Lepra Kongresi” için ülkemize gelen ve benim çalışacağım rehabilitasyon konusunun uzmanı Miss Jean Watson ile tanışmam, ondan  hastalık ve hastalara yaklaşım konusunda yaşayarak öğrendiklerim kafamdaki düşünceleri netleştirdi. Lepra ve lepralı hastanın rehabilitasyonu konularını öğrenmeye başlamam, yapılabileceklerimi görmek beni heyecanlandırıyor, hastalara yararlı olabilme düşüncesi de mutlu kılıyordu.
Lepra ve leprada rehabilitasyon konusunu öğrenmek için, hastalığın daha yoğun görüldüğü Tanzanya ve Etiyopya’da 8 ay kaldım.
 
İlk dört ayında Miss Jean Watson ile beraberdik. Bu yaşam benim için yeni bir okuldu, hayatı yeni öğreniyor, kendime güvenim artıyor, deneyimlerimin zenginliği ile çalışma koşullarım daha da renkleniyordu. Hastaların yaşam koşulları ve hastanelerin konumu hiç de iyi değildi. Ülke koşulları zaten kötü iken lepralı hastaların durumları daha iyi olamazdı. İlaç alabilmek için üç gün yürüyen hastaları tanımak, geri dönmek için üç gün daha yürüyecek olmalarını görmek yaşamda zorlukların bu hastalar içi kat be kat fazla olduğunu hissettiriyordu.
Sekiz ay boyunca yalnızca leprayı öğrenmemiştim aynı zamanda, dünyada gelişmemiş ülkelerin ve insanlarının durumu, doğa koşulları, ülkelerin ekonomik ve sosyal yapısı ve bütün bunlar içinde aynı şeye üzülen, sevinen, duyguları çok benzer insan faktörünü de çok iyi öğrenmiştim. Daha güçlü, donanımlı, bilgili, tecrübeli olarak artık ülkeme dönmeye hazırdım.
Ülkeme döndüğümde lepra konusunu iyice öğrenmiştim. İstanbul Lepra Hastanesi’nde kurduğum ekiple birlikte lepralı hastalarımızın rehabilitasyon çalışmalarına başlamıştık. Ülkemizi tanımadan başka ülkeleri tanımış o ülkelerdeki zorlukları öğrenmiştim.



Türkiye’de bilinen lepralı sayısı o yıllarda 4000 kadardı. Ama bilinenin üstünde olma ihtimali de hep vardı. Gerçek sayıya ulaşmak, var olan hastaları yaşadıkları ortamda aileleri ile değerlendirmek amacıyla başlattığımız alan çalışmalarının başlangıç yeri Van İli’nin Bahçesaray Beldesi idi.

İstanbul Tıp Fakültesi’nde gönüllü öğrencilerle birlikte iki hafta boyunca köy köy dolaşıp herkesi muayene ederek lepra taraması gerçekleştirmiştik. Yeni bulduğumuz tanılara çocuklar gibi sevinmiştik, çünkü erken tanı ile onlar tedavi olacaklar sakat kalmayacaklardı. Bu çalışma bizim için de çok öğretici idi. Ülkemizi, halkımızı tanımış, güzel yönleri  ile birlikte sorunlarını da görmüş çözüm önerileri geliştirebilmeyi öğrenmeye başlamıştık, sanki bir okul gibi. Van Bahçesaray ile başlayan lepra çalışmaları diğer illerde de yıllar boyu devam etti. Bizler, hem sağlıkçı olarak görevimizi keyifle yapıyor, hem ülkemizin coğrafi ve tarihi güzelliklerini öğreniyor hem de halkımızı, insanımızı tanıyorduk. Yıllar içinde hep öğreniyor ve kendimizi geliştiriyorduk.

İstanbul Lepra Hastanesi’nde çalışan herkes o olumlu ortamdan hemen etkileniyor, düşünen, planlayan ve üreten birey olarak ekip içinde yer alıyordu. Bilimsel, akademik ve sosyal yaşam hep iç içe idi. Lepra Hastanesi’ndeki çalışmalarımızın yanı sıra çoğumuz yüksek lisans, doktora yapıyorduk. Aynı anda çok yönlü gelişebiliyorduk. Hem lepra hastalığını ülkemizde yok etmiş hem de hastalarımızın hak ettikleri sosyal tıp anlayışı içinde tedavi olmalarını, kendilerini geliştirmelerini sağlamıştık. Bizler ülkemizdeki bütün hastalarımızı, aile bireylerini, yaşadıkları koşulları sorunlarını, güzelliklerini neredeyse tek tek biliyorduk, büyük bir aile idik. Bu aile aslında uluslararası bir aile dünyanın değişik ülkelerindeki lepralılar ve bu konuda çalışanlarla iletişim kurabiliyor, çok şey paylaşabiliyorsun. Yıllar önce lepra çalışmaları nedeniyle tanıdığım ama uzun zamandır haber alamadığım bir arkadaşımdan bugün bir mail aldım; inanamadım beni aramış bulmuş iletişim kurmuştu. İşte lepra ile çalışmak böyle bir şey.

Yirmi yıl boyunca severek görev yaptığım lepra merkezinden, 2001 yılında, ülkemizin en doğusunda hizmet verebilmek için ayrıldım. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi oldum. Üç yıldır da rektör yardımcılığı görevim var. Burada da ilk günden itibaren bu çevrede yaşayan iyileşmiş lepralı hastalarımız ile iletişimim sürüyor, onların sorunlarına çözüm olmaya çalışıyorum. Böylece lepra ile bağlantım hep sürüyor, lepra hastanesine ziyarete gittiğimde, bahçe kapısından girdiğim andan itibaren bu mekanda geçirdiğim 20 yıl gözümün önünden geçiyor, buranın benim yuvam olduğunu hissediyorum.

Ben Ayşe Yüksel, Prof. Dr. Türkan Saylan’dan, onunla birlikte çalıştığım lepra konusundan, oradaki ekipten hem çok etkilendim hem de çok şey öğrendim. Bu anlamda çok ama çok şanslıyım. Benim gelişmemde, yetişmemde emeği olan bu güzel insana, arkadaşlarıma minnettarım.

SAĞOLSUNLAR